Kafkas Üniversitesi’nin ev sahipliğinde, Ahmet Arslan Kültür ve Kongre Merkezi’nde gerçekleşen sempozyum saygı duruşu ve İstiklal Marşının okunmasıyla başladı. Sempozyumda Türk Tarih Kurumu tarafından hazırlanan 1914 yılında Erzurum’un Mahanda köyünde Ermeni çeteleri tarafından yaşatılan vahşetin köy sakinlerinin torunlarından alınan açıklamaların yer aldığı video gösterimi sunuldu.
Düzenlenen sempozyuma Kars Valisi ve Belediye Başkan Vekili Türker Öksüz, Kafkas Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hüsnü Kapu, Azerbaycan Kars Başkonsolosu Nuru Guliyev, İdare Mahkemesi Başkan Kerim Yonisoğlu, Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Birol Çetin, Emniyet Müdürü Yavuz Sağdıç, İl Jandarma Komutanı Albay Hıdır Ayçiçek, daire amirleri, davetliler ve öğrenciler katıldı.
Sempozyumun açılış konuşmasını yapan Kafkas Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Hüsnü Kapu, “Bizler Kars’ta yaşayanlar olarak 93 Harbinin bütün olumsuz sonuçlarını yakinen yaşayan bir kişiyiz, ailemizden d o dönemde şehit olanlar, dedelerimizden idam edilenler var. 93 harbinden sonra burası 42 yıl düşman işgalinde kaldı ve bu 42 yıl içerisinde ciddi, trajik sonuçlar ve süreçler yaşandı. Allah o süreçte şehit olan herkese rahmet eylesin.” dedi.
Geçen yıl 24 Nisan’da Arjantin’de 26 farklı yerde düzenlenen programların karşılığının olmadığını söyleyen Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Birol Çetin, “Tabii anlatacak çok şey var gerçekten hüzünlü bir dönem, ne kadar anlatsak eksik kalır öyle söyleyeyim. Kendi arşivlerimiz olsun, canlı tanıkların şahitlikleri olsun çok hakikaten burada filmde de gördünüz psikolojimiz bozuluyor. Ne zaman bu konuları ansak? Fakat biz tarih kurumu olarak bu sene 92. yılımız, kurucumuz Atatürk'ün bize verdiği bir istikamet var o doğrultuda biz hakikatin ortaya çıkması için çalışıyoruz. Hatta kurumumuzun toplantı salonunda şöyle bir sözü var kurucumuzun; “Biz daima hakikat arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlar olmalıyız.” Dolayısıyla Türk Tarih Kurumu bugüne kadar hep hakikatin peşinde oldu. Tabii karşı taraf sürekli propagandayla, işi siyasete dökerek, algı oluşturarak bugüne kadar 100 yıldır bu davanın tabii İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra daha hızlanmıştır. Ne kadar haklı olduklarını, haksızlığa uğradıklarını, sürekli bunu söylüyorlar ama dediğim gibi hakikatin tarafıysanız daima hakikat güçlü çıkıyor. Onların propagandaları köpük mahiyetinde yani dünya da biliyor bugün biz ülke olarak dış politikamızda özellikle dünya barışının tesisinde, istikrarın devam ettirilmesinde herkesin özellikle aradığı bir ülkeyiz. Bunu son savaşta da gördük. Bizi bu tür şeylerle suçlayan devletler, özellikle Ermenilerin de arkasında yer alan devletler koşarak Türkiye'ye gelmişlerdi hatırlarsanız hem de en üst düzeyde. Dolayısıyla detay çok fazla olduğu için tek taraflı anlatılar, sürekli sürekli anlatılar, yani bir devlet, toplum bunu niçin yapar? 100 yıldır bu aynı şeyleri sürekli tekrarlıyorlar. Mesela geçen sene Latin Amerika'da bir ülkede Arjantin'de 24 Nisan'da 26 farklı yerde program yaptılar. Bu çalışmalarının çok etkili olduğunu söyleyemeyiz çünkü dediğimiz gibi hakikat her şeyden önemli. Yine Atatürk'ün şöyle bir sözü var; “Meseleleri, hadiselere göre değil, hakikati veçile mütalaa etmemiz gerekir” der. Bu işin hakikati neydi? Bu kadar detay, birçok olay olmuş bunları hocalarımız bugün anlatacaklar inşallah. Hakikati neydi? 800 seneden fazla beraber yaşamışsınız. Hiçbir olay olmamış, sonradan nasıl oluyorsa devletin en güçsüz olduğu bir dönemde savaştan mağlup olduğu, silahların bıraktığı dönemde biz böyle bir kendi vatandaşlarımıza üstelik mezalim uygulamışız. Hakikati olayın böyle olamaz yani bunu ne kadar anlatsanız da tarih olarak toptan baktığınız zaman bunun yanlış olduğunu görüyorsunuz.” diye konuştu.
Türkiye’nin dostluğunun ve komşuluğunun çok önemli olduğunu, 1926 yılında Ermenistan’da yaşanan depremde de Türkiye’nin yardımının bunun en iyi göstergesi olduğunu dile getiren Çetin konuşmasını şöyle sürdürdü: “Şimdi tabii bölgemizde özellikle çok büyük trajedilere sahne oldu. Şimdi hep kendi kayıplarından bahsediyorlar yani bu bölgede 40 bin civarında insanımız şehit oldu ve üstelik çok çeşitli işkencelere maruz kaldılar. 500’e yakın köy yok edildi. Bunların kayıtları elimizde var. Biz büyük devletiz. Dolayısıyla arşiviniz de çok sağlam, bu çetecilerin isimleri var hepsi. Hangi bölgede kimler bu cinayetleri işlemişler? Elimizde kaydı var. Fakat şunu söylemek istiyoruz; yani bu neden olabilir? Niçin bu kadar uzun süre aynı şeyleri tekrar edip duruyorlar? Yani bu kriminoloji ilminde, psikolojide özellikle yani suçlunun şöyle bir tavrı vardır; hep cinayet mahalline döner ve bu konuyu sürekli sürekli sürekli gündeme gelirir. Başka bir anlam veremiyoruz, açık söylemek gerekirse. Sonra bakın Türkiye'nin dostluğu, komşuluğu özellikle çok kıymetli. 1926 yılında yine devlet arşivlerinden rastladığım bir belgede Ermenistan'da ciddi bir deprem oluyor, hakikaten çok büyük bir zelzele. O günkü şartlar altında ülkemiz daha yeni kurulmuş, biz de yokluk içerisindeyiz, biz Ermenistan'a yine yardım yollamışız. Aynı şekilde Yunanlılara da İkinci Dünya Savaşı'nda o yokluk zamanlarımızda yine yardım yollamışız, insanlık davası olan bir milletiz. Mefkuresi olan bir milletiz. Bugün de mazlum milletlerin yardımına koşuyoruz. Bu eskiden de böyleydi şimdi de böyle. Dolayısıyla böyle bir milleti bu konuda suçlamak da gerçekten haksızlık oluyor. Tabii şunu da söylemek lazım; biz bunları niçin anlatmalıyız? Özellikle gençlerimize yeni nesle bu bilgiyi aktarmamız lazım. Şunu da unutmamak lazım; tarih geçmişte olmuş bitmiş şeylerden ibaret değildir. Tarih aslında bir akıştır, bir kesinti yoktur aslında, yeni eski kavramları üzerinden tarif edecek olursak “yeni” diye bir şey yoktur. Yeni eskinin üstüne yapılmış bir ilavedir. Dolayısıyla bunlar oldu bitti, bir daha olmaz, böyle bir rahatlığa kapılamayız. Bir daha olur, kesinlikle olur. Dolayısıyla bu bilinci canlı tutmamız lazım. Bir de maalesef algılar hep gerçeklerin önüne geçti. Haklı olduğunuzu sürekli söylemek bırakılıyorsunuz. İşte burası benimdir, tapunuz var sürekli söylüyorsunuz, tapunuzu gösteriyorsunuz. Bu noktaya getirilmeye çalışıyorlar ama hayır biz haklıyız. Dolayısıyla bunu özellikle yeni neslimize, çocuklarımıza da güzel anlatmak durumundayız.”
Açılış konuşmalarının ardından düzenlenen sempozyumda bölgedeki mezalimin ve işgalin izleri tekrar gün yüzüne çıktı. Sempozyumda; 1877- 1878 Osmanlı- Rus Savaşı, o dönemde imzalanan antlaşmaların tarihteki önemli sonuçları, Ermeni isyanlarının bölgede yaşayan Müslüman ve Gayrimüslim halk üzerindeki etkileri ve Millî Mücadele’ye kadar geçen süredeki askeri, siyasi, demografik ve sosyal açıdan analizleri geniş yelpazede masaya yatırıldı. Sempozyumda, o yıllarda Osmanlı tebaası olan Ermenilerin faaliyetleri, silahlanan Ermeni hareketlerinin bölgede yarattığı tehditler, Müslüman halkın içine girdiği zor durum, Doğu Anadolu’daki işgalin etkileri, bölgede meydana gelen göçler bilimsel gerçekler ışığında gözler önüne serildi.
Binlerce masum insan hayatını kaybetti
Sempozyumun ilk oturumu Prof. Dr. Abdurrahman Bozkurt moderatörlüğünde yapıldı. Bu oturumda, Prof. Dr. Selçuk Ural, “Kars’ta Ermeni Mezalimi” başlığında konuşmasını gerçekleştirdi. Ermenilerin yaptığı tedhiş ve katliamların bölgede siyasi, iktisadi ve demografik yapısını da olumsuz etkilediğini belirten Selçuk Ural, “Yeşilköy/Ayastefanos ve Berlin antlaşmalarında Ermeniler lehine ıslahat yapılması hükme bağlandıktan sonra Ermeni Patriği Nerses, Avrupa büyükelçilerine yaptığı ziyaretlerde özerk Ermenistan kurulması için her ne pahasına olursa olsun isyanlar çıkaracaklarını ifade etmekten çekinmedi. 1890 yılına gelindiğinde iki Ermeni teşkilatı Hınçak ve Taşnak cemiyetleri kurularak Anadolu vilayetlerinde 1920 yılının sonuna kadar devam edecek olan tedhiş ve katliamlara başladı. Tedhiş ve katliamlar hareketlerini 1890-1896, 1909-1915 ve 1918-1920 olmak üzere üç safha halinde değerlendirmek gerekir. Çeyrek asır devam eden bu hadiseler, Osmanlı Devleti’nin politikalarında ciddi değişimlere yol açarken aynı zamanda doğu vilayetlerinin siyasi, iktisadi ve demografik yapısını da olumsuz etkiledi. Müslüman ahaliye yönelik Ermeni katliamları I. Dünya Savaşı sürecinde alınan olağanüstü tedbirlerle kontrol altına alındıysa da Mondros Mütarekesi’nden sonra özellikle Kars ve çevresinde tekrar başladı. Kazım Karabekir Paşa komutasındaki TBMM ordusunun Doğu Harekatı’na kadar devam etti. Bu süreçte Ermeni Hükümeti ve kilisesi adeta bir terör merkezi gibi faaliyet gösterdi. Ermeni çetelerinin ve düzenli birliklerinin saldırılarıyla binlerce masum insan hayatını kaybederken, pek çok kişi de farklı coğrafyalara göç etmeye zorlandı. Her ne kadar günümüzde Ermeni Hükümeti, sürekli 1915’e atıflar yaparak dünya kamuoyunda yer edinmeye çalışsa da yaşadıkları acıların katbekat fazlasını, Kars ve çevresinde yaşayan Müslümanlara yaşattılar.” şeklinde konuştu.
Propaganda ve terör faaliyetleri yürüttüler
Doç. Dr. Mevlüt Yüksel ise “Berlin Antlaşması’ndan Gümrü Antlaşmasına Doğu Anadolu’da Ermeni Olayları ve Askerî-Siyasi Gelişmeler” başlığı altında konuştu. Ermeni sorununun, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması ile uluslararası bir boyut kazandığını söyleyen Yüksel, oturumda şu bilgileri verdi:
“Bu süreçte dönemin büyük güçlerinin kendi menfaatleri doğrultusunda desteklediği Osmanlı Ermenilerinin bir kısmı önce siyasi görünümlü örgütler kurmuşlar, propaganda faaliyetleri yürütmüşler, ardından da ağırlıklı olarak Vilâyât-ı Şarkiye olarak bilinen Doğu Anadolu’nun hemen her tarafında isyanlar gerçekleştirmişler. Ermenilerin, yurtdışından da destekli Taşnak ve Hınçak örgütleri öncülüğünde 1890-1909 ve 1909-1914 yılları arasında Doğu Anadolu’nun birçok yerinde büyük isyanlar ve kanlı terör eylemleri gerçekleştirdikleri kayıtlara geçti. Öyle ki, Osmanlı Devleti’nin birçok cephede savaştığı I. Dünya Savaşı’nın en şiddetli yılı olan 1915’te uygulamaya koyduğu ve bir kısım Ermenileri kapsayan Sevk ve İskân Kanunu’nun yegâne sebebi de bu isyan ve terör eylemleridir. Bu yüzden Osmanlı Devleti’nin savaşın ağır şartlarına rağmen Ermenilerin can ve mal güvenliğini sağlayarak yürüttüğü Sevk ve İskân uygulamaları dâhilindeki tartışmalarda söz konusu hadiselerin asla göz ardı edilmesi gerekmektedir. Diğer taraftan, Doğu Anadolu’daki Ermeni olayları, I. Dünya Savaşı sonrasında da işgal ve mezalim boyutuyla devam etti. Ermeni çetecileri, Gümrü Antlaşması’nın imzalandığı tarihe kadar; Mondros Mütarekesi, Brest-Litovsk Barış Antlaşması ve Türk-Sovyet ilişkilerinin seyri gibi diplomatik gelişmelerin sebep olduğu çeşitli boşluklardan istifade ederek bölgedeki işgal ve mezalimlerini sürdürdüler.”
Osmanlı coğrafyası misyonerlerin baskıcı faaliyetlerine maruz kaldı
Prof. Dr. Cengiz Atlı’nın başkanlığını yaptığı ikinci oturumda; Doç. Dr. Ramazan Erhan Güllü “II. Abdülhamit Dönemi’nde Doğu Anadolu’da Misyonerlik Faaliyetleri ve Misyonerlerin Ermeni İsyanlarına Etkileri” başlıklı konuya ilişkin değerlendirmelerini sundu. Ramazan Erhan Güllü, o dönemdeki misyonerlerin baskıcı faaliyetlerinden bahsederek şöyle konuştu:
“Osmanlı coğrafyası 18. yüzyılda Katolik, 19. yüzyılda ise Protestan misyonerlerin yoğun faaliyetlerine maruz kalmıştı. Özellikle Protestanlar, Katoliklerden daha etkin çalışmalar yürüterek ülkenin birçok bölgesinde etkili oldular. Faaliyetlerini ağırlıklı olarak Ermenilere yöneltmişler; açtıkları okul, kilise, yetimhane ve diğer yardım kurumları ile Ermeniler üzerinde bir “koruyucu” rolü benimsemişlerdi. Sahip oldukları ekonomik ve siyasi güç, faaliyetlerinin karşılığını daha rahat almalarını sağlamış ve Ermeniler arasında önemli sayıda bir Protestan kitle oluşturmayı başarmışlardı. Berlin Antlaşması sonrası yoğunlaşan Ermeni silahlı hareketi, misyonerleri hedeflerine ulaşmak için önemli bir destekçi grup olarak görüyorlardı. II. Abdülhamit döneminde meydana gelen isyanlarda da bölgedeki misyonerler ve konsolosların çeşitli etkileri bulunmaktaydı. Ermeni komiteleri açısından misyonerler öncelikle kendilerine yurtdışında destek sağlayan siyasi bir zümre, daha sonra da batılıların bölgeye müdahalesini sağlayacak aracılar görümündeydi.”
İngilizler, Ermeni devleti kurmayı tasarlıyordu
Prof. Dr. Abdurrahman Bozkurt, “I. Dünya Savaşı’nın Ardından İngiliz Hükümetini Ermenilerle Kürtleri Uzlaştırma Çabaları” başlıklı konuşmasında, o dönemdeki Ermeni komiteciler ve Kürt aşiret liderleri arasındaki problemler hakkında şöyle konuştu:
“Aralarındaki kronik sorunlar nedeniyle Doğu Anadolu’da etnik çatışmaların yaşanmasına neden olan Ermeni komiteciler ve Kürt aşiret liderleri Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinde uzlaşma fikrini gündeme getirdiler. İki grubu ortak bir noktada buluşturmak zor olsa da I. Dünya Savaşı sırasında Rusya, Ermenileri ve Kürtleri aynı zemin etrafında bir araya getirmeye çalıştı. I. Dünya Savaşı’nın ardından Güney Kafkasya, İran, Irak ve Güneydoğu Anadolu’daki işgalleri ile bir Ermeni devleti kurmayı tasarlayan İngilizler de Kürtlerle temaslarını hızlandırdı. İngiliz Hükümeti, Paris’te Boghos Nubar Paşa ile Şerif Paşa’nın temsil ettiği Ermeni ve Kürt gruplar arasındaki müzakereleri yakından izledi ve yönlendirdi. Millî Mücadele, bahsi geçen planın tatbikatına imkân tanımasa da buna benzer projelerle Doğu Anadolu’da kaos ortamı yaratmaya yönelik arayışlar sürdürüldü.”
Müslüman köyleri yakarak insanları katlettiler
Prof. Dr. Ferudun Ata, “3. Ordu Komutanı Vehip Paşa’nın Divân-ı Harb-i Örfî Mahkemesindeki İfadeleri Çerçevesinde Ermeni Mezalimi” başlıklı konuşmasında şunları aktardı:
“Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul’u işgal eden İtilâf Devletleri, Osmanlı Devleti’nden savaş yıllarında iktidarda olan İttihat Terakki mensuplarının cezalandırılmaları yönünde baskı yaptı. Bu çerçevede tutuklanıp Bekirağa Bölüğü denilen hapishaneye götürülenlerden birisi de Balkan ve I. Dünya Savaşlarına katılan ve son olarak 3. Ordu Komutanlığı görevinde bulunan Vehip Paşa’dır. Vehip Paşa tutuklu bulunduğu sırada mahkemeye gönderdiği yazılı savunmasında, Ermenilerin Doğu’da yaptığı katliamlara dikkat çekmiştir. Buna göre; 1915 yılında Rus saldırıları başlayınca Ermeni çetelerinin Ruslara destek verdiğini, bu ani saldırı karşısında Müslümanların kaçacak fırsat bulamadığı için çok ağır zulüm ve katliamlara maruz kaldığını dile getirdi. Pasinler’de 250 kadar köyü tamamen yaktıklarını anlatmıştır. Bütün bu katliamların Rusların gözü önünde cereyan ettiğini ifade eden Vehip Paşa, bahar gelip karlar eriyince elleri urganla bağlanarak boğulmuş, birçok organı kesilmiş, kırlara atılmış ve çukurlara doldurulmuş şekilde Müslümanlara tesadüf edildiğini söyledi. Keza, Vehip Paşa Ermeniler öldürmedikleri Müslümanları sürükleyerek Rusya içlerine götürdüklerini, Pasinler’in genç kadın ve kızlarını Rus askerlerine peşkeş çektiğini anlattı. Vehip Paşa ifadesinde ayrıca; iki millet arasında yaşanan ölümlere daima Ermenilerin komiteye bağlı olanlar tarafından sebebiyet verildiğini, özellikle seferberlik esnasında amaçlarına ulaşmak için ordunun aldığı her türlü emniyet tedbirlerini ihlâl ettiklerini ve İslâm köylerini yakarak insanları katlettiklerine yer verdi.”
Gerçekleri manipüle etmek için kullanılan göç anıları
Prof. Dr. Makbule Sarıkaya’nın başkanlığını yapacağı son oturumda ise Prof. Dr. Birsen Karaca “Ermeni İddialarının Uluslararası Boyutundan Bireysel Göç Öykülerinin İşlevi” başlıklı konu hakkında değerlendirmelerini sundu. Birsen Karaca’nın bireysel göç öykülerinin etkileri hakkında şunları söyledi:
“1991 öncesinde Ermenistan olarak adlandırılan bağımsız bir devlet olmadığı için Türkiye-Ermenistan ilişkilerinden söz etmek mümkün değildi. Bununla birlikte Türkiye’nin bir Ermeni sorunu hep oldu. Üstelik Ermeni iddialarının takipçisi bireylerin Türkiye Cumhuriyeti ile vatandaşlık bağları bulunmamasına rağmen Türkiye’den talepleri vardı. Gelinen noktada sorun öyle karmaşık bir hâl aldı ki yaşanmakta olan sorunun direnç noktalarını tespit etmek hayli zor. Çünkü Ermeni diasporasının Ermeni dünyasında dominant bir role sahip olması, Ermeni sorununun çok farklı coğrafyalardaki kültürlerden beslenerek çetin bir karaktere bürünmesine neden oluyor.
Ermeni kültüründeki ilk büyük kırılma, 17. yüzyılın son yıllarında Sivaslı Mhitar’ın (1676-1749) muhalif hareketleriyle başlar. Ermeni kültüründeki ikinci kırılma, 1918 yılında bağımsızlığını ilan eden Ermenistan Demokratik Cumhuriyetinin 1920 yılında Sovyetler’e dâhil olma zaruretinin doğmasıyla yaşanan travmadır. Devamında da terör eylemleri ve farklı ülkelerin parlamento kararları aracılığı ile Türk-Ermeni ilişkilerini zehirleyerek ve Türkiye’nin ikili ilişkilerinde negatif etkiler yaratarak Ermeni iddialarını canlı tutmak çabaları gözlemleniyor.
Bu noktada cevap bekleyen şöyle bir soru ile karşı karşıya kalıyoruz: Bu süreçlerde 1915 yılında yaşananlar, Ermeni kimliğinin ve Ermeni kültürünün şekillenmesinde nasıl bir rol oynadı? Bu soruya cevabım, “1915 yılında yaşananlar Ermeni iddialarının uluslararası platformlardaki propaganda çalışmalarına bitip tükenmez bir kaynak sunuyor” şeklinde olacaktır. Bu nedenledir ki, bu çalışmanın ana motifi farklı sanat araçlarının anlatım teknikleri kullanılarak anı formatında sunulan 1915 yılına ait yaşanmışlıklar oluyor. Söz konusu yaşanmışlıkların neredeyse tamamı 27 Mayıs 1915 tarihli kanun çerçevesinde yapılan göçleri konu alıyor. Bu anılar öylesine hızlı üretiliyor ki kaç tane olduklarıyla ilgili belirli bir sayısal değer vermek olanaksız. Bu üretim hızı, Ermeni kültüründe anlatılan göç anılarının bireylerin sahip oldukları Ermeni kimliğini belgelemelerinin koşulu haline geldiğinin de göstergesidir.
Bu çalışma için 1915 yılına ait bireysel göç öyküleri birkaç yönüyle ilginç.
Birincisi, Ermenilerin maruz kaldığı iddia edilen soykırımı dünya kamuoyunun belleğine kazımak için vitrinde sunulan anılar, neden 24 Nisan 1915 tarihinde tutuklananlardan ziyade 27 Mayıs 1915 tarihli Sevk ve İskân Kanunu çerçevesinde göç edenlere ait? sorusunu gündem konusu yapmaya olanak sunuyor. Ki bu gerekçe, “24 Nisan 1915 tarihinde Ermenilere yönelik olarak gerçekleştirildiği iddia edilen soykırımı belgelemek amacıyla kamuoyuna neden 27 Mayıs 1915 tarihli Sevk ve İskân Kanunu çerçevesinde yapılan göçle ilgili çok sayıda görsel sunuluyor da 24 Nisan 1915 tarihli tutuklamaların görseli paylaşılmıyor?” sorusunu da beraberinde getiriyor. İkinci gerekçe ise, bu öykülerin Ermeni kimliğinin inşası, korunması ve aktarılması süreçlerinin vazgeçilmez pratiklerinden en önemlisi olmasıdır. Bu yaşam pratiği önemli, çünkü kendisini Ermeni olarak tanımlayan her bireyin Ermeni iddialarını benimsemesi, bu iddiaları özümsemesi ve Türkiye’ye karşı üretilen iddiaları destekleyen bir öykü kurgulayarak anı formatında sunması şeklinde uygulanan bir ritüele dönüşmüş durumda.
Genel tabloya baktığımızda önyargı oluşturmak ve gerçekleri manipüle etmek için kullanılan göç anılarının roman, öykü, film, karikatür, çizgi roman, çizgi film derlenen anı kitaplarında tekrar tekrar üretilerek kamuoyuna sunulduğunu görüyoruz. Sonuç olarak, Ermeni göç anıları Ermeni iddialarını çoklu bakış açılarıyla analiz etmenin ve değerlendirmenin gerekliliğini duyumsatacak nicelik ve niteliğe sahiptir ve sağlıklı tespitler ve değerlendirmeler yapmak için bu yaklaşım zaruridir. Ayrıca bu anıların Ermeni iddialarına angaje olmuş propaganda ürünlerine dönüştürülme süreçleri de araştırmacıların ilgi alanına çoktan girmiş olmalıydı.”
Yüzyıllarca yan yana yaşayan milletlerin ilişkilerinde olumsuz rol oynadı
Prof. Dr. Omar Ardashelia “I. Dünya Savaşından Sonra Güney Kafkasya Meselesi ve 1918 Ermenistan- Gürcistan Savaşı” konusu hakkında konuşarak şu sözleri dile getirdi:
“Güney Kafkasya'nın jeopolitik konumu, Doğu ve daha sonra Avrupa devletleri arasında her zaman rekabet alanı olmuştur. Buna göre, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu bölge üzerinde jeopolitik kontrolün yeniden tesis edilmesi konusu hem Bolşevik Rusya'nın hem de Osmanlı, Alman ve İtilaf devletlerinin gündemindeydi. 26 Mayıs 1918'de, Almanya'nın desteğiyle Gürcistan, 1801-1867'de Rusya tarafından Gürcü krallık ve beyliklerinin kademeli olarak ilhak edilmesi nedeniyle gelişimi durdurulan devlet bağımsızlığını geri kazanmayı başardı. Mayıs 1918'de Osmanlı Devleti'nin ve İngiltere’nin desteğiyle Güney Kafkasya'da Azerbaycan ve Ermenistan da bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bölgede oluşan yeni jeopolitik durumun arka planına karşı, küçük ülkelerin güvenliği adına, Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti, Güney Kafkasya'da yeni bir güvenlik modeli oluşturmaya başladı. Bunun bir örneği olarak, Gürcistan ile Azerbaycan arasında imzalanan anlaşmalar ve askeri savunma konularında işbirliği, Azerbaycan'a Gürcü askeri eğitmenlerin gönderilmesi vb. sayılabilir. Dönemin, Ermeni hükümetinin aşırı milliyetçi politikası ve toprak iddiaları nedeniyle, Gürcistan hükümetinin çabalarına rağmen Ermenistan ile benzer ilişkiler kurulamadı.
Güney Kafkasya'nın küçük devletlerinin birbirlerinin egemenliğini desteklemesi, tarihsel gerçeklere saygı duyması, uluslararası zorluklarla ve özellikle yeni kurulan Rus Sovyet İmparatorluğu'ndan gelen tehditlerle birlikte mücadele etmesi yerine Ermenistan, Aralık 1918'de Gürcistan'ın toprak bütünlüğünü ihlal edip kendi topraklarını genişletmeye başladı. Ermeni-Gürcü savaşı, Gürcü tarafının zaferine rağmen yüzyıllarca yan yana yaşayan milletlerin ilişkilerinde olumsuz rol oynamıştır. Mevcut durumda, Gürcistan Demokratik Cumhuriyeti, Güney Kafkasya için sağlam güvenlik garantileri oluşturamadı ve bu üç devletin de Bolşevik Rusya tarafından ilhak edilmesiyle sonuçlandı. Bu tarih dersinin, Güney Kafkasya'nın küçük ülkelerinin modern güvenlik politikalarına iyi bir örnek olması gerektiğini düşünüyoruz. Üç ülkenin de 30 yıllık devlet bağımsızlığına rağmen, hala birleşik bir bölgesel güvenlik konsepti yoktur.”
Bugünkü Ermenistan’da tek bir Azerbaycan Türkü bile kalmadı
Doç. Dr. İrade Memmedova “Arşiv Belgelerine Göre Doğu Anadolu ve Azerbaycan’da Ermenilerin Türk ve Müslüman Ahaliye Yaptıkları Soykırımlar ve Demografik Duruma Etkisi” başlıklı konuyu masaya yatırdı. Memmedova konu hakkında şu bilgileri verdi:
“Doğu Anadolu ve Azerbaycan’da (Kuzey ve Güney) Ermenilerin Türk ve Müslüman ahaliye karşı yaptıkları soykırımlara hazırlık halen XIX. Yüzyılın sonlarında Taşnak partisinin ortaya çıkışı ile başlanmıştı ve bu partinin esas amacı ne yolla olursa olsun vatanı olmayan Ermenilere devlet kurmak ve ‘Büyük Ermenistan’ düşünü gerçekleştirmekti. Bu yönde faaliyete başlayan Ermenilerin esas hedefinde Osmanlı Devleti ve Güney Kafkasya topraklarıydı. Rusya Devlet Askeri Tarih Arşivi’nin belgelerine göre, artık XX. Yüzyılın başlarında Taşnaksütun partisi tarafından Osmanlı devletinin topraklarında yaşayan Ermeni nüfusun silahlandırılmasına başlanmıştı. Sonradan bu silahlandırılmış Ermeniler sivil Türk ve Müslüman ahaliyi vahşice katletmişlerdi.
Ermeniler Türk ve Müslüman nüfusu kurşun, kama, balta, topa tutmak, büyük kısmını yarmak, yakmak, derisini üzmek ve diğer acımasız yöntemler suretiyle katletmişlerdir. Ermenileri Doğu Anadolu ve Azerbaycan’da gerçekleştirdiği soykırımlar ve ahaliyi göçe zorlamaları, bu bölgelerin demografik durumunu da etkilemiştir. Mesela, 1905 yılında Şeki Kazası’nın ahalisi 158.781 kişi iken, Ermeni mezalimleri sonucu 1917’de kaza nüfusu azalarak 106.364 kişi olmuştur. ATASE arşivinin belgelerinde Ermeni eşkıyası Antranik’in Karabağ, İrevan, Nahçıvan mıntıkasında ve Iğdır bölgesindeki Türk ve İslam köylerine saldırarak halkı göç etmeye zorladığı, BOA’daki belgelerde ise Ermenilerin farklı yalanlarla kandırarak Kars’tan göç ettirdikleri 35 bin kişiden sadece 10 bininin Nahçıvan havalisine ulaştığı, 25 bininin ise Ermeniler tarafından yollarda katledildiği ortadadır.
30 Ekim 1918’de, Mondros Ateşkesi imzalanınca, Osmanlı Ordusunun geri çekilmesiyle başlanan Ermenilerin Türk ve Müslüman ahaliye karşı soykırımı Ekim 1920’de, Kars Antlaşması’nın imzalanmasına kadar sürdü. Adana’dan Kars’a, Erzurum-Erzincan’dan Çankırı-Sivas’a, Van’dan Muş’a kadar uzanan bölgelerde yüzlerce toplu mezarların yaranmasına neden olmuştur. Azerbaycan’da Quba ve diğer bölgelerde bulunan toplu mezarlar, Ermenilerin Türk ve Müslüman nüfusa karşı yaptıkları soykırım sonucu ortaya çıkmıştır. Ermenilerin Türk ve Müslüman ahaliye karşı yürüttükleri soykırımı ve etnik arınma politikası sonucunda eski İrevan Hanlığı toprakları üzerinde kurulan bugünkü Ermenistan’da tek bir Azerbaycan Türkü bile kalmamıştır.”